Söylemem gerekir ki

Söylemem gerekir ki bu yazıya başlarken ne yazacağımı tam olarak bilmiyorum. Barış geldi diyorlar, ama neden hafızam kanamaya devam ediyor, bilmiyorum. Barış sözcüğü bağışlamayı çağrıştırır bende. Paul Ricoeur, 'Hafıza Tarih Unutuş' kitabında, mutlu hafıza benzeri mutlu unutma yoktur demişti. Çünkü bağışlama hafızadan çok yasla ilgilidir. Karşımıza çıkan diyor Ricoeur, ölülere karşı borç ve mezar olarak tarih... Barışı konuşurken bağışlamayı, yası ve hafızayı da konuşmak gerekir. Geçmişe dönmek için nasıl şimdiyi unutmak gerekirse, "şimdiyi bulmak için de geçmiş ve gelecekle bağları askıya almak gerekir" demiş Ricoeur. Belki bunu barış ve bağışlama için de söylemek gerekir. Geleceği, geçmişi unutmadan kavrayamayız. Zaten, sürekli 'şimdi'de yaşandığı için, bir büyük unutuşlar toplumu değil miyiz? Unutma eylemi her zaman 'şimdi'de gerçekleşir.
UYANMAK İÇİN...Söylemem gerekir ki, ben çoğu zaman 'şimdi'de kalamıyorum. Bu yüzden etrafım geçmişin hayaletleriyle dolu. Örneğin Ingeborg Bachmann'layım bu aralar. “Söylemem gerekir ki” ifadesini ondan aldım. 'Bu Tufandan Sonra' kitabında geçiyordu. 'Malina' adlı romanını okuduğumda daha çocuk sayılırdım, postacı çantamda en az beş şiir kitabı olurdu, bir de roman... Bachmann'ın bir dönem sevgilisi de olan Max Frisch, 'Sessizliğin Yanıtı' romanında şöyle yazmıştı: "İnsan yorgunsa eğer ve ertesi sabah uyanması için bir sebebi varsa yaşam ne güzeldir..." Uyanmak için bir sebep... Belki barış, belki adalet, belki bir şiir... Ama nedense, bütün bu sebepler melankolik çağrışımlar yapıyor. Ricoeur'e göre, yasla melankoli arasında bir karşıtlık vardır; melankoli yasa bir başkaldırıdır: "Hakikat deneyimi gösterdi ki sevilen nesne artık yoktur ve bütün libido onu bu nesneye bağlayan bağı koparmaya zorlanmaktadır. İşte buna karşı anlaşılabilir bir başkaldırı ortaya çıkar." Bu topraklardaki tamamlanmamış kolektif yaslar için ne demeli? Kolektif travmaların neden olduğu kolektif hafıza yaraları, nasıl iyileştirilir?
ŞİMDİYE MAHKÛMSöylemem gerekir ki, tamamlanmamış yaslar ülkesinde, neşeli olmak hem bir başkaldırı, hem de bir kaçıştır. Judith Butler, 'Kırılgan Hayat'ta, “Eğer yas tutamıyorsak, eski sorunların, düşlerin ve ilişkilerin kölesi olarak kalırız” diye yazmıştı. Belki de bu yüzden 'şimdi'ye mahkûm oldu insanlar, durdukları an melankoli çukuruna düşecekler, düşüyorlar... Stejpan G. Mestrovic’in, Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan 'Duyguötesi Toplum' adlı kitabında, ölüm korkusunun kaynağında masumiyetimizi yitirişimiz olduğunu söyler. Masum olan, tehlikelerin farkında olmadığı için risk almaya her zaman hazırdır. Risk almayı göze alanlar sayesinde devrimler olur, toplumlar gelişir, yeni durumlar, duygular, hazlar ve acılar keşfedilir. Modern insan ise, dünyadaki tehlikelerin farkında olduğu için risk almaktan kaçınır çoğu zaman. Kolay yaşamanın yollarını arar. Ona ölümü ve acıyı anımsatacak her şeyden uzak durmaya çalışır. Hal böyleyken yitirilen masumiyet, nasıl yeniden kazanılır? Bandista’nın “Her Şeyin Şarkısı”ndaki sözlerini anımsadım: “Yaralarım benden önce de vardı / Ben onları bedenimde taşımak için doğmuşum.”
Söylemem gerekir ki, bu satırları neden yazdığımı tam olarak hâlâ bilmiyorum. Barış hakkında yazmak isterken yas, bağışlama ve hafıza üzerine yazarken buldum kendimi. Badiou'nun 'Yüzyıl' adlı kitabında yazdığı gibi, “yaşamın en korkunç kararmaları içinde" sıkı durabilenler, dünyanın acısını sevince dönüştürürler. Belki de en sıkı durulması gereken zamanlardan birini yaşıyoruz.
Paul Ricoeur, 'Hafıza Tarih Unutuş' kitabının son cümlelerini Kierkegaard'a ayırır: "Kaygılı kişi zambaklara ve kuşlara gerçekten dikkatle bakarsa, onlar ve yaşamları sayesinde kendini unutursa, bu öğretmenlerden kendi kendine ve farkında olmadan, kendine dair bir şeyler öğrenmiş olacaktır." Belki de barış, kendini unutmanın ve başkasında yeniden hatırlamanın yollarından biridir.
BirGün