Sessizlik bir direniş

Buse İlkin YERLİ
Sessizlik, kimi zaman huzurun eşiği, kimi zaman derin bir yalnızlığın yankısı. Prof. Dr. Bilge Uzun’un Sessizliğin Üç Yüzü adlı kitabı tam da bu yankının izini sürüyor; sesi duyulmayanların, duyulmak istemeyenlerin ve susturulanların hikâyesini katman katman açıyor. Uzun, kitabında sessizliği üç düzlemde ele alıyor: Dış sessizlik, iç sessizlik ve zorunlu sessizlik. Her biri başka bir acıya, başka bir direnişe karşılık geliyor. Kimi zaman bir şehir gürültüsünden kaçışta, kimi zaman kişinin kendi zihniyle yüzleşmesinde, kimi zaman da toplumsal baskıların ağır gölgesinde beliriyor sessizlik.
Uzun ile Sessizliğin Üç Yüzü’nü konuştuk.
“Sessizliğin Üç Yüzü” fikri nasıl doğdu? Bu kitabı yazmaya sizi ne motive etti?
Kelimeler hükmünü yitirdiğinde, susmayı seçersiniz. Dudaklarınıza dökülmeyenler içinize akmaya başlar. Sonra kendinizi kocaman bir karanlıkta bulursunuz. Orada ne kadar yalnız olduğunuzu fark edersiniz. Çokluğun içinde yokluktur bu. Gerçek ‘kim’liğinizi anlamanız o zaman başlar.
Ben sessizliği ilk kez uluslararası bir Mindfulness (bilinçli farkındalık) eğitiminin sertifikasyon kampında deneyimledim. Başlangıçta kontrollü, geçici bir sessizlikti. Etrafımda onlarca insan vardı ama ben yalnızdım. Bu sessizlik içimde öyle kapılar açtı ki, sustukça daha çok şey duymaya başladım. O an anladım ki sessizlik, sadece dış dünyanın sesini kısmak değil, iç dünyanın sesine alan açmaktı. Zamanla bu deneyimi yalnızca kendimde değil, danışanlarımda da gözlemlemeye başladım. Bazıları sessizliği bir korunma kabuğu olarak kullanıyordu, bazılarıysa susturulmuştu. Gördüm ki sessizlik sadece bir boşluk değil; bazen bir haykırışın biçimi, bazen bir direnişin ta kendisiydi. “Sessizliğin Üç Yüzü” böyle doğdu.
BU KİTAP ANLATIDAN ÇOK YÜZLEŞMEBu kitap benim için bir anlatıdan çok, bir yüzleşmeydi. Kendimle, toplumla ve insanın en derin kırılganlığıyla: suskunluğuyla. Bu kitap hem kişisel deneyimimin bir aynası hem de terapist olarak şahit olduğum suskunlukların bir kaydı. Sessizlik bana göre bir direniş, bazen bir çöküş, bazen de bir yeniden doğuş. “Sessizliğin Üç Yüzü”nü yazmaya beni iten şey, sesini kaybetmiş ya da hiç bulamamış olanların yankısını görünür kılma arzusuydu.
Kitapta sessizliği üç katmanda ele alıyorsunuz: dış, iç ve zorunlu sessizlik. Bu ayrımı yaparken hangi gözlemlerden yola çıktınız? Bu kitabın ne kadarı kendi yaşadıklarınıza dayanıyor?
Sessizlik, farklı sebeplerle gelişir. Kimi insan konuşmayı seçmediği için susar, kimi korktuğu için, kimi de anlaşılmadığı için… Bu ayrım zamanla zihnimde üç katmana dönüştü: dış, iç ve zorunlu sessizlik. Her biri farklı bir hikâye taşır.
Dış sessizlik, kulağın duyduğu suskunluktur; bazen huzur, bazen gerginlik taşır. İç sessizlik, zihnin sustuğu, duyguların gömüldüğü yerdir. O sessizlikte insan bazen kendine bile yabancılaşır. Zorunlu sessizlik ise en acı olanıdır; susturulanların sessizliği. Kadınların, çocukların, toplumsal olarak görmezden gelinenlerin…

Yazan: Bilge Uzun
Bu ayrımı yaparken sadece akademik ya da klinik gözlemlerim değil, kendi yaşantım da bana eşlik etti. “Sessizliğin Üç Yüzü” kendi iç sesimi duyabilmek, sustuklarımı anlayabilmek ve başkalarının sustuklarını görünür kılmak için yazıldı. Toplumun farklı sorunlarını ele aldı. Bu kitapta umudu kırılmış ve hayatından vaz geçmeye yeltenmiş kurgular var. Bu kitap hem bir içe bakış hem de bir dışa çağrı: “Hadi, suskunluklarımızı birlikte okuyalım.”
İç sessizlik üzerine yazarken kendi zihninizle yüzleştiğiniz oldu mu? Olduysa bu süreç sizin için nasıl geçti?
Oldu, hem de fazlasıyla. Aslında bu kitabı yazmak, bir tür içe kapanma ritüeliydi. İç sessizlik dediğimiz şey, çoğu zaman dış dünyanın susması değil, içimizin sesinin yükselmesidir. Ve o ses, her zaman nazik konuşmaz. Yazarken unuttuğumu sandığım anılar su yüzüne çıktı. Kendime sormaktan korktuğum sorularla karşılaştım. Bazı bölümleri yazarken yazının değil, sessizliğin taşıyıcısı olduğumu fark ettim.
Zorunlu sessizlik bölümünde özellikle kadınların ve çocukların yaşadığı bastırılmışlığı ele alıyorsunuz. Ülke şartlarında kadınlar ve çocuklarda zorunlu sessizlik nasıl kendini gösteriyor?
Zorunlu sessizlik bu coğrafyada bir istisna değil, neredeyse bir gelenek. “Sus, ayıp olur” “Kan kussan da, kızılcık şerbeti içtim de” “Evlisin, dönüşü yok, çekeceksin” gibi cümlelerle başlıyor her şey. Hepimize küçük yaşlardan itibaren duygularımızı bastırmamız, acılarımızı saklamamız, seslerimizin kısması öğretiliyor. Bu da zamanla suskunluğu bir kişilik özelliği gibi taşıyan bireyler yaratıyor.
BAZI SESSİZLİKLER ÇIĞLIKLARDAN YÜKSEKZorunlu sessizlik, yalnızca konuşamamak değil; konuşmaya cesaret edememek, konuşsan da duyulmayacağını bilmek demek. Kadınlar şiddet gördüklerinde değil dile getirdiklerinde yalnız bırakılıyorlar. Çocuklar ise “çocuktur, unutur” denilerek sessizliklerine terk ediliyor.
Bu kitabı yazarken, sessizlik hikâyelerini görünür kılmak istedim. Sessizliğe mecbur bırakılan herkesin içinde duyulmayı bekleyen bir ses var. Onlara mikrofon uzatamıyorsak bile, en azından onların sessizliklerini anlamaya çalışabiliriz. Çünkü bazı sessizlikler bir çığlıktan daha yüksektir.
Toplumsal olarak bizi susturan şeyler neler? Ve sizce biz buna ne kadar gönüllüyüz?
Bizi susturan şeyler sadece dış baskılar değil. Elbette devlet, toplum, aile gibi yapıların sessizlik dayatmaları var ama en kalıcı olan, içselleştirdiğimiz sesler. “Şimdi sırası değil”, “Bunu söylersen yanlış anlaşılırsın”, “Sus ki huzur bozulmasın.” İşte bunlar, kendi içimizde taşıdığımız sansür mekanizmaları.
SESSİZLİĞE ALIŞMAK KOLAY KONUŞMAK İSE RİSKLİToplumun onayına duyduğumuz ihtiyaç, dışlanma korkusu, etiketlenme kaygısı bizi giderek daha sessiz hâle getiriyor. Ve evet, buna zamanla gönüllü hâle geliyoruz. Sessizliğe alışmak kolay çünkü konforlu. Konuşmak riskli: Yalnız kalmak, hedef gösterilmek, çatışmaya girmek var. O yüzden çoğu zaman içimizden geçenle dışarıya söylediklerimiz arasında uçurumlar oluyor.
Ama sessizlik sadece bastırılmak değil; bazen de bir tür inkâr. Gerçeklerle yüzleşmemek için susuyoruz. Gördüğümüz adaletsizliğe, duyduğumuz haksızlığa, hissettiğimiz acıya sessiz kalıyoruz. Çünkü konuşmak bazen sorumluluk gerektiriyor. Belki de bu yüzden, sessizlik sadece susturulmak değil aynı zamanda susmayı seçmektir.
Günümüzde dijital dünyada sessiz kalmak bir tür görünmezlik mi yoksa bir direniş biçimi mi sizce?
Bu, neye ve neden sessiz kaldığınıza bağlı. Dijital dünyada sessizlik bazen gerçekten görünmezliktir; algoritmalar sizi görmezden gelir, etkileşim düşer, “var” sayılmazsınız. Ama bazen de sessizlik, en güçlü duruştur. Herkesin bağırdığı, herkesin bildiği her şeyi yeniden söylediği bir dünyada susmak, dikkatli ve bilinçli bir tercihe dönüşebilir.
Ben sessizliği burada bir farkındalık alanı olarak görüyorum. Ekrandan uzak durmak, bildirimleri susturmak, tepki vermemek bazen varlığınızı daha çok hissettirir. Çünkü dijital gürültüde çoğu zaman kendimize değil, başkalarına ait seslerin içinde kayboluyoruz.
Kitapta deneme, anı ve psikoloji iç içe geçiyor. Bu anlatım tarzını seçerken okurla nasıl bir bağ kurmayı hedeflediniz?
Ben okurla bir “yazar” gibi değil, bir “eşlikçi” gibi konuşmak istedim. Çünkü bu kitap, akademik bir açıklamadan çok, birlikte düşünmeye ve hissetmeye davet eden bir yolculuk. Deneme diliyle okurun zihnine dokunmak, anılarla kalbine ulaşmak, psikolojiyle de içsel farkındalık alanı açmak istedim.
Sessizlik öyle bir konu ki herkesin hayatında bir izi var ama çoğu zaman adı yok. Ben bu kitapta okurun kendi sessizliğini duyabileceği bir alan açmak istedim. O yüzden anlatım biçimini akademik sınırların ötesine taşıdım. Çünkü sessizlik bazen sadece hissedilir. Ve bazı duygular, ancak edebiyatla görünür hâle gelir.
Kitap okurla buluştuktan sonra gelen yorumlarda sizi en çok etkileyen geri bildirim ne oldu?
Bir okur şöyle yazmıştı: “Yıllardır sessizliğimi taşıyordum ama ilk kez biri ona anlam verdi.” Bu cümleyi ilk okuduğumda uzun süre ekrana baktım, çünkü bu kitap tam da bunun için yazılmıştı. Sessizliğin bir boşluk değil, bir anlam, bir iz, bazen bir çığlık olduğunu gösterebilmek için.
BAZEN BİR KİTAP OKUNMAZ, DUYULURBeni en çok etkileyen yorumlar, sessizliğini yıllarca içinden taşıyan okurlardan geldi. Biri “bu kitap beni sessizliğimle barıştırdı” dedi. Bir diğeri “ilk kez sustuğum yerden konuşabildim” diye yazdı. Bu geri bildirimler bana gösterdi ki, bazen bir kitap yalnızca okunmaz; duyulur. Sanırım bir yazar için en büyük armağan, bir başkasının iç sesine yankı olabilmektir. “Sessizliğin Üç Yüzü” de tam olarak bunu yaptıysa, ne mutlu bana.
Bundan sonraki yazarlık yolculuğunuzda benzer temalarda devam etmeyi düşünüyor musunuz? Yeni bir kitap var mı ufukta?
“Sessizliğin Üç Yüzü” bir son değil, bir eşik gibi hissedildi benim için. Sessizliği yazarken fark ettim ki, sustuklarımız kadar bastırdıklarımız, ertelediklerimiz, içimizde taşıyıp da kelimeye dökemediğimiz çok şey var. Şimdi yazmak istediğim şey, sessizlikten sonra gelen o içsel devinim: Yüzleşme, iyileşme ve dönüşüm.
Yeni kitabım da yine insanın iç dünyasına dönük olacak; ama bu kez sessizlikten çıkmaya cesaret eden bir benliğe odaklanacak. Kırılganlık, utanç, öz-şefkat ve değişim… Belki bu kez konuştuklarımız kadar, sonunda konuşmaya karar verdiklerimiz üzerine yazacağım.
Yeni kitap çoktan başladı. Bu sefer Filipinlerde başlayan hikâye Kapadokya’da devam ediyor. Ve tıpkı bu kitapta olduğu gibi, bu da bir “kendinden kaçarken kendini bulma ve kendinle anlaşma” yolculuğu olacak.
BirGün