Zamanın ruhunu yansıtan filmler

Emrah KOLUKISA
Cannes’da sabah erken saatte gösterilen ve polis şiddeti kurbanı bir gencin başına gelenlerden hareketle çekilmiş “Dossier 137” (“137 Sayılı Dosya”) adlı filmi izledikten sonra sosyal medyada Berkin Elvan'ı katleden polisin cezasının onandığını okuduğumda ne düşüneceğimi bilemedim.
Berkin ve Ali İsmail gibi gencecik insanların ölümüyle sonuçlanan olayların çok benzerini anlatan “Dossier 137”nin gösterimiyle bu yargıtay kararının hemen hemen eş zamanlı olarak karşıma çıkması bir yanıyla acı bir ironi elbette ama bir yanıyla da sinemanın zamanın ruhunu yakalamaktaki maharetinin bir yansıması sanki.
2018 yılında Fransa’nın, özellikle de Paris’in birçok bölgesinde meydana gelen protesto gösterilerini ve tüm dünyada “sarı yelekliler” olarak nam salan protestocuların yarattığı yankıyı hatırlarsınız. İşte “Dossier 137” o dönemde Paris’te kafasına gaz kapsülü isabet ettiği için bir yıla yakın hastanede yatan ve tedavi gören 20 yaşındaki bir gencin gerçek hikâyesini anlatıyor. Yönetmen Dominik Moll daha önce de benzer bir polisiye filme atmış (“La Nuit de 12”) ve kadına yönelik şiddet konusunu yine etkileyici bir şekilde ele almıştı.
Bu kez polis şiddetini ele alan Moll olayı araştıran ve meslektaşları tarafından ‘ihanet’le suçlanan kadın bir polis müfettişini hikâyenin merkezine yerleştiriyor. Lea Drucker tarafından canlandırılan Stephanie önceleri kurbanın ailesi ve arkadaşlarının iddialarına mesafeli yaklaşsa da, gencin annesinin kendi doğup büyüdüğü kentte yaşadığını öğrenince konuya daha dikkatli bakmaya başlar ve yaptığı detaylı soruşturma neticesinde 5 polisin (BRI denilen ve bizdeki Çevik Kuvvet’in muadili olan ekipten) sorumlu olduğunu ortaya çıkarır. Tabii onun bu çabası acaba adaletin tecelli etmesine yetecek midir, asıl mesele orada.
Filmin, daha doğrusu gerçek hayatta görülen davanın nasıl sonuçlandığından bağımsız olarak, polis şiddeti ve yargı sistemi gibi konuların sadece bizimki gibi memleketlerde değil, dünyanın hemen her köşesinde ciddi olarak tartışıldığını görmek adına ilginç bir film “Dossier 137”.
Öte yandan, bizde benzerleri yaşanan bu olayları böylesine net bir açıklıkta işleyebilmek, filmini ya da hatta haberini bile yapabilmek pek mümkün değil, işin o tarafı da ayrıca düşündürücü. Son bir not: Filmde rol alan oyunculardan birinin üç ayrı cinsel şiddet suçlaması yüzünden Cannes'a gelmesinin festival tarafından yasaklandığı haberi de her şeyin ötesinde alabildiğine ironik bir durum, bunu da es geçmemek lazım.
STALİN DÖNEMİNDEN GÜNÜMÜZÜN OTOKRATLARINAUkraynalı sinemacı Sergei Loznitsa’nın “Two Prosecutors” (“İki Savcı”) adlı filmi yazının başlığındaki ‘zamanın ruhunu yakalayan’ filmlerin bir diğeri. 1937 yılının Stalin devri SSCB’sinde geçen ve o dönemin karanlık atmosferini beyazperdeye taşıyan “Two Prosecutors”, Loznitsa’nın basın toplantısında sorulan bir soruya verdiği yanıtta da söylediği gibi “80 yıl öncesinde geçse de aslında günümüzü yansıtan bir film.” Etkileyici sinema dili ve siyah beyaz izlenimi veren soğuk, pastel renklerin hakim olduğu görüntüleriyle özgün bir atmosfer yaratan filmde genç bir savcının hapishaneden gelen bir mektup üzerine başlattığı bir soruşturmayı takip ediyoruz. Hapishaneden gelen mektupta “Önemli bilgilere sahibim, bana bir savcı yollayan” diyen bir mahkumun izini sürerken bürokratik sistemin derin ve karmaşık koridorlarından Kafkaesk bir kayboluş yaşayan genç savcı aslında yaptığını sandığı mesleğin hiç de düşündüğü gibi olmadığını geç de olsa kavrayacak ama Stalin’in tek adam sisteminde harcanıp gitmekten nasıl kurtulacağını da bir türlü çözemeyecektir. Tabii ki Stalin’den çok da uzak bir noktada durmayan Putin’in Rusya’sını, ve hatta belki de Trump’ın Amerika’sını ve beyefendinin Türkiye’sini de akla getiriyor “Two Prosecutors”.
SAVAŞ ATEŞİ VE RAVE RİTİMLERİFransız-İspanyol sinemacı Oliver Laxe’ın son filmi “Sırat”, tam da ilk aklınıza geldiği gibi, adını Sırat Köprüsü’nden alıyor, kıldan ince kılıçtan keskince… Laxe’ın Fas çölünde çektiği film etkileyici bir rave partisi ile başlıyor ve bas ritimlerin neredeyse tüm atmosferi domine ettiği müzikler filmin önemli bir bölümüne eşlik ederek benzersiz bir gerilim inşa ediyor. Partide dans eden kalabalığın arasında dolaşan ve lindeki bildiriyi dağıtan bir baba 5 aydır kayıp olan kızını aramaktadır ve bu nafile çabada ona küçük oğlu ve sevimli küçük köpeği eşlik etmektedir. Gerçi müzik başladıktan bir süre sonra alanı basan kamyonlar dolusu asker kalabalığı dağıtır ve sıkıyönetim ilan edildiğini bildirir. Savaş çıkmıştır. Bir başka rave için kendi kamyonlarıyla yola çıkan bir grup neo-hippinin peşine takılan baba ve oğul akla biraz da yer yer William Friedkin’in “Wages of Fear” uyarlaması “The Sorcerer”ı ve yer yer de yol filmlerinin arketipi “Easy Rider”ı getiren bir yolculuğa koyulurlar ama hepsini çok daha zorlu ve ölümcül tuzaklarla dolu bir süreç beklemektedir. Baba rolündeki Sergi Lopez dışında tamamen amatör oyunculardan oluşan bir kadro kuran (hatta oyuncular kendi ön adlarını kullanıyorlar filmde) Laxe bundan birkaç yıl önce Un Certain Regard’da büyük sükse yapan filmi “Fire Will Come”dan sonra yine çok farklı ve yakıcı bir filmle gelmiş Cannes’a ve onun bu filmi de savaş ateşinin bir kez daha tüm dünyayı kavurmak üzere olduğu zamanımızı çok iyi yansıtıyor doğrusu.
BirGün