Mahalle yanarken

Dil Seçin

Turkish

Down Icon

Ülke Seçin

Turkey

Down Icon

Mahalle yanarken

Mahalle yanarken
Rahmi Öğdül

Kimi atasözlerinin cinsiyetçiliği malum. Mahalle yanarken sadece belirli bir mesleği icra eden kadınların saçlarını taradığını iddia etmek, onlara yapılan büyük bir haksızlık. Felaketlerle baş etmek kolay değil. Hayatın felaketler silsilesi olarak yaşandığı bir metropolde birey ruhsal sağlığını korumak için saçını tarayabilir, saçı olmayanlar ise kendilerine başka bir uğraş bulmak zorunda kalabilir. “Çalışan arının üzülmeye vakti olmaz” (William Blake). Metropol, uyaran çokluğuyla tanımlanır, metropolde sinirler aşırı uyarılır. Kentte yaşamak, uyaran çokluğuyla baş etmeyi bilenlerin işidir. Metropoldeki her uyarana ruhsal açıdan tepki verecek olsa insanın içi paramparça olurdu. Bütünlüğün korunması için kimi sanat yapmayı, kimi yazı yazmayı tercih edebilir. Büyük bir kentte her an her şey olabilir, sıradan ilişkiler bile bir felakete dönüşebilir. Ve uyaran çokluğu karşısında metropol insanı Simmel’in deyişiyle bıkkın bir tavır geliştirir. “Kentler bıkkınlığın asli mekânlarıdır. Bıkkınlıkta, insanların ve şeylerin yoğun bir aradalığı karşısında bireyin sinirleri yüksek düzeyde uyarılarak doruk noktasına ulaşmıştır. Aynı koşulların nicel bakımdan artması, sinirlerin uyarılma gücünün karşıtına dönüşmesine, bıkkın tavrın sergilenmesine neden olur” (Metropol ve Tinsel Hayat). Metropolde insan, çevresindeki uyaranlara tepki vermeyi reddeder, şeylerle arasına mesafe koyar. Pandemideki “mesafeni koru” uyarısı, büyük bir kente adım atar atmaz bireyin öğrenmek zorunda kaldığı ilk şeydir. Büyük kentlerde felaketler bir norm olarak yaşanır.

Kırsal kesimin döngüsel, dolayısıyla öngörülebilir ortamını, tekrarlardan oluşan düzenli ritmini terk edip de ilk kez büyük bir kente adım atanların yaşadıkları trajikomik hikâyeleri bilirsiniz. Tunç Okan’ın 1974 tarihli Otobüs filmi, İsveç’e kaçak işçi olarak götürülen, köylerinin dışına ilk kez çıkmış bir otobüs dolusu insanın Stockholm’e vardıklarında yaşadıkları şaşkınlığı, çaresizliği, şokları anlatmaktadır. Modern bir kentle karşılaşmak, peş peşe gelen şokları deneyimlemektir. Şok sözcüğü ilk kez 16. yüzyılın ortalarında yaygınlaştı. İlk başlarda silahlı bir kuvvetin düşmana hücum etmesi veya iki atlı savaşçının karşılaşması anlamında askeri bir terim olarak kullanıldı. Büyük bir kentte insan uyaranların sürekli saldırısı altındadır. Walter Benjamin modern hayatı savaş alanına benzetir: “Bir zamanlar okula atlı tramvayla giden bir kuşak, artık bulutlardan başka her şeyin değiştiği topraklarda, çıplak gökyüzünün altında buluverdi kendini. Ve bulutların altında, şiddetli patlamaların, akıntıların ortasında kalakaldı, küçük, korumasız insan bedeni”.

Büyük kentlerdeki küçük, korumasız insan bedenleri şoklardan kaçınma yöntemi olarak ilk başlarda aynanın karşısına geçip saçlarını taramayı benimsemiş olabilirler. Zaman ilerledikçe kameranın karşına geçip poz vermeyi ve pozlarını sosyal medyada paylaşmayı da öğreneceklerdi. Üstelik aynanın karşısında başkalarının acılarına kayıtsız kalırken sosyal medyada hem saçlarını tarayabilir hem de başkalarının acılarını paylaşıyormuş gibi yapabilirlerdi. Sosyal medya mesafenin korunduğu ideal bir yerdir. Bedenler arasındaki uzlaşımsal mesafe kamusal mekândaki rastlantısal karşılaşmalarla ihlal edilebilir ve bedenler fiziksel ve ruhsal açıdan zor durumda kalabilir. Oysa ekranlardaki ilişkiler bedenler arasında değil, imgeler arasında gerçekleşir. İmge üretimi sadece sanatçılara özgü değildir; sıradan insanlar kendi imgelerini üretmek ve risklerle dolu hayatı terk edip yaşama işini imgelerine devretmek zorunda kalmışlardır. Ekran koruyucu sizi her türlü doğrudan ilişkiden korur.

Büyük kentlerin bıkkın tavrından mustarip bedenler artık ekranlarda alabildiğine sosyalleşirken, hem kendi imgelerini hem de başkalarının acılarını paylaşabilmektedir. İmgelerin içleri yok. İçsel parçalanma tehlikesi olmadan her uyarana kolaylıkla yanıt verdikleri görülmektedir. Olaylar ekranın yüzeyinde geçmektedir. İmgelerin teni ekrandır, derinlikten yoksun bir yüzey. Bedenin teni öyle mi? “En derin olan tendir” (Paul Valery). Ten duyarlıdır. Tıpkı Cezanne’ın renkleri işleye işleye resmettiği bir elmanın sonunda şişmesi ve çatlaması gibi, acılar içine işledikçe sonunda şişer ve sınırlarına sığmayıp çatlar. Sadece en derin olan şey, tenimiz, acıları örgütleyip direnişin neşesine çevirebilir.

Yazarın Son Yazıları
BirGün

BirGün

Benzer Haberler

Tüm Haberler
Animated ArrowAnimated ArrowAnimated Arrow