Onur Alp Yılmaz yazdı: Acaba Kürt sorununun önündeki engel anti-Atatürk histerileri mi?

Geçtiğimiz günlerde Taner Akçam, arzularıyla olguları birbirine karıştıran ve 1980 sonrasının post-Kemalist paradigmasının ezberlerini tekrar etmekten öteye geçemeyen bir yazı kaleme aldı. İktidarın CHP’yi çökertme hamlesini dahi akıllara durgunluk veren bir anti-Kemalist –belki de “Kemalofobi” diye yeni bir kavram kullanmalıyız bu histerik durum için– histeri üzerinden meşrulaştırmaya adanmış bu yazının ana argümanı, süslü cümlelerin arkasına saklanmakla beraber aslında oldukça basitti: CHP’nin Kürt meselesinin çözümüne karşı potansiyel bir muhalefet odağı olduğu ve bu nedenle siyaseten zayıflatılmasının çözüm sürecinin önünü açacağı. İnanılmaz geliyor, değil mi? Gelmesin… Çünkü her şeyi CHP’ye bağlama geleneği yalnızca Akçam’ın bu yazısına ait değil. Yukarıda da söylediğim gibi bu yaklaşım, cumhuriyetçi felsefenin altını oyan 1980 sonrasının yaygın paradigmasının bir uzantısı. Bu yazı, sadece bu paradigmanın argümanlarını son sürece uyarlıyor.

Biraz daha açmak gerekirse, post-Kemalist paradigma, 1908-1945 arası yaşananları “bütün kötülüklerin kaynağı” görürken, cumhuriyetin kuruluşunu da adeta bir “ilk günah” olarak pazarlar. Öyle ki bu “ilk günah”tan arınamasak da en azından nedamet getirdiğimizde hep beraber hidayete ereriz. Peki, post-Kemalist paradigmanın buraya ulaşması nasıl olmuştu? Bunu anlayabilmek için sol-liberalizmin nasıl ortaya çıktığını değerlendirmek gerekir.
Türkiye’deki sol liberalizmin yükselişi, sıklıkla ülkeye özgü dinamiklerle ilişkilendirilse de, aslında uluslararası ölçekte gözlemlenen benzer bir dönüşümün parçası olarak değerlendirilmelidir. Bu düşünce akımı, Türkiye’deki yükselişini özellikle 12 Eylül darbesi sonrasında yaşanan derin yenilgi hissi, bu yenilgiden kaynaklanan yaygın umutsuzluk ve toplumsal özgüven eksikliğiyle açıklamaktadır. Bu bağlamda, siyasi ve sosyal alanda yaşanan travmatik süreçlerin, belirli ideolojik kaymalara zemin hazırladığı savunulmaktadır.
Bu sol-liberal perspektif, oryantalizme de yakınsayan bir Batı-Doğu karşıtlığı üzerine inşa edilmiştir. Bu karşıtlık, iki bölge arasındaki tarihsel ve yapısal farklılıkları analizlerinin merkezine koyar. Batı’da, iktidarın binlerce yıldır –yani kapitalizm öncesi dönemden beri– parçalı bir nitelik sergilediği öne sürülmektedir. Bu parçalı yapı, özerk bireylerin ortaya çıkışına, piyasa ekonomisinin ve kapitalizmin erken gelişimine olanak tanımıştır. Bu durumun doğal bir sonucu olarak, güçlü ve özerk bir sivil toplum oluşmuştur. Bu bağlamda, Batı demokrasilerinin bu denli yerleşik ve sürekli olmasının temel nedeni, iktidarın tarihsel olarak bölüşülmüş yapısı ve bunun sivil topluma sağladığı gelişim alanı olarak gösterilmektedir.
Buna karşın, Doğu’da –özellikle Türkiye örneğinde– tarihsel süreç tamamen farklı bir seyir izlemiştir. Burada iktidarın baştan beri gözlemlenen yekpareliği ve merkezi devletin mutlak gücü, piyasa ekonomisinin ve kapitalizmin özgürce gelişimini engellemiştir. Bu durum, sivil toplumun zayıf kalmasına ve yüzyıllar boyunca devletin mutlak hâkimiyeti altında “inlemesine” yol açmıştır. Dolayısıyla bu bakış açısına göre, Türkiye’deki toplumsal ve siyasi sorunların kökeninde, Batı’dan farklılaşan bu iktidar yapısı ve bunun sivil toplum üzerindeki baskılayıcı etkisi yatmaktadır.
Özetle, sol liberalizm 12 Eylül’deki yenilgiyi, tarihten beri var olan “güçlü devlet-zayıf sivil toplum” ekseninde yorumlar. Bu yaklaşıma göre, Türkiye’deki esas kutuplaşma, emek-sermaye ilişkisinden çok, devlet ve toplum arasındaki derin ayrımdadır. Şüphesiz bunda, 12 Eylül sonrasında sol düşüncenin yasaklanmış olmasının da etkisi büyüktü. Kendilerine hiçbir pay çıkarmayan eski tüfek solcular, yeni dönemin sol liberal abileri gündelik yaşam üzerine üretmeye başlamış ve bu onları kültür çalışmalarına yönlendirmişti. Gelir dağılımı adaletsizliği, sosyal dışlanmışlık, sınıflarla değil; kimlikler ve kültür kodlarıyla ilişkiliydi artık onlar için. Hem de itibar sahibi olmanın, dışlanmışlıktan kapsanmaya geçmenin, hiç olmadığı kadar servet sahibi olmakla, tüketmekle ilişkilendiği; her ne yolla olursa olsun “köşeyi dönmenin” kutsal sayıldığı bir dönemde yapıyorlardı bunu. Tam bu esnada keşfettiler ki, bunu meşrulaştıracakları teorik çerçeve zaten 1974’te ortaya konmuş: Şerif Mardin’in Osmanlı’dan Türkiye’ye uzanan süreçteki esas çelişkinin kültürel olduğunu öne süren ve çatışmayı, iktidarı elinde tutan merkezle onun dışladığı çevre arasında gören meşhur makalesi.[1]
Yine bu esnada bir de baktılar ki, nostalji ticareti ve tarihle oynamak para ve itibar getiriyor. Ne de olsa Türk-İslam sentezi çağıydı ve iktidarda Özal vardı. Hemen vakıflar, dernekler, yayınevleri kuruldu; başta Özal olmak üzere ANAP’ta danışmanlık koltukları kapıldı, hatta vekil olanlar dahi vardı. Ve bir teyakkuza girişildi… Neye karşı? Elbette Kemalizm… Her melanetin nedeni o oluvermişti. Vurun abalıya çağıydı artık. İşte ANAP da (sonra AK Parti), bu “ceberut merkeze” karşı “mazlum çevre”nin temsilcisiydi bu anlatıya göre. Cumhuriyetin “tepeden inmeci” politikalarına karşı, “çevre”nin saflığını, temizliğini ve bize aitliğini temsil ediyordu. O hâlde bu “aydınlar” mümkün olduğu kadar kamusal görünürlük kazanmalıydı ve kazandılar… Adeta köpeksiz köyde değneksiz dolaşırcasına yapıştırdılar Cumhuriyet’e ve onun portrelerine etiketleri: hain, diktatör, faşist… İtibar veriyorlar, itibar alıyorlardı; aklıyor, karalıyorlardı. Peki bu da, en az “tepeden inmecilik”le suçladıkları Cumhuriyetinki kadar “tepeden inmeci” değil miydi? Böyle mi inşa edilecekti demokratik kültür? Öyle bir noktaya getirmişlerdi ki işi, işlerine gelmeyen herkes ve her şey Kemalizme yamanıyordu: Mehmet Ağar da Kemalistti örneğin, Uğur Mumcu da… Bülent Ecevit de Kemalistti, onu defalarca hapis cezasına çarptıran Kenan Evren de… 50 yıldır iktidar yüzü görmemiş CHP de bürokratik elitizmin partisiydi, 1923’ten 1950’ye kadar aralıksız iktidarda kalan CHP de… Kemalofobi hortlamıştı bir kere.
Peki, Kemalizm bu kadar yekpare ve statik bir ideolojik çerçeveye mi sahipti? Aslında kendi içindeki tartışmalara baktığımızda böyle olmadığını rahatlıkla görüyoruz. Örneğin, özellikle 1950’lerden 1965’e kadar “Bu devrim eksik kaldı” diyerek toplumu refah devleti araçlarıyla kalkındırmayı hedefleyen Kemalist aydınlar, bu içsel dinamizmin en somut örnekleridir. Peki, ne olmuştu bu aydınlara? 1980’lerin sonundan 1990’lara uzanan dönemde birçoğu katledilmişti. Dolayısıyla, pek de öyle suya sabuna dokunmayan, boğazda viskisini yudumlarken halkı aşağılayan karikatürize bir Kemalist zümrenin varlığından bahsedilemez, öyle değil mi?
İtibar taciri bu aydınlarımızın, adeta tek sesli bir biçimde Cumhuriyetin altındaki halıyı çektikleri bu devirde, bir kısmı öldürülen bu aydınların kalan kısmı ise devletten tasfiye ediliyordu. 12 Eylül sonrası sol-Kemalistleri tasfiye etmek için kurulan kurumlar, bu sürecin önemli bir parçasıydı. [2] Yani, kendileri bir zenginlik kaynağı olarak ANAP’tan AK Parti’ye kadar aynı geleneği temsil ettiğini iddia eden partilerle yeni bir tarih okuması üzerinde ortaklaşıp bu alanda üretim yaparken, devrin kaybedenlerini karikatürize karakterler olarak toplumun önüne atıyorlardı. Akçam’ın da yazıda vurgu yaptığı “Beyaz Türk” safsatası, ayrıca şahanedir bu hususta. Bu tanım öyle bir hâl almıştı ki, artık iyi kötü bir evi olan ya da kirada oturan, aldığı kısıtlı maaşla bir yandan kültür-sanat görgüsünü geliştirmeye çalışıp hayatta kalmaya çabalayan, kitap okuyup Atatürk’e saygı duyan herkese –sanki her akşam Boğaz’da havyar yiyormuş gibi– yapıştırılıyordu bu etiket. Peki, Türkiye’de gerçekte kaç “Beyaz Türk” vardı? Koç, Sabancı, Cengiz, Limak? Bir avucu geçer mi bu memleketin kaymak tabakası? Sahi, bunlar hangi partileri destekleyip iş tutuyorlardı? Bu soruların bir önemi yoktu hiç şüphesiz; Atatürk’e saygı duyup kitap filan mı okuyorsun maazallah, tamam işte: “Beyaz Türk”tün sen artık!
Peki, 1980’de Kürtçülük iddiasıyla ve MHP’nin bu konudaki ihbarıyla yargılanan; 1987 ve 1991’de Kürt siyasi hareketinin temsilcilerini kendi listelerinden Meclis’e sokan; “Kürt” demenin bile devlet organları tarafından bölücülük sayıldığı bir dönemde 1989 raporunu yayımlayan; halihazırda da belediye başkanları “kent uzlaşısı” dolayısıyla içeride tutulan CHP ile tek parti dönemi CHP’sini bir tutan yaklaşım… O da ayrı bir ibret vesikası elbette. Bu başlıkta yazacak daha çok şey var, ancak çok da uzatmamak gerek.
Akçam’ın yazısında, AK Parti ve MHP’nin, “CHP’liler çözüm sürecine karşı çıkar” diye CHP’yi sistemin dışına attığına dair ifadesi, bir olgu olmaktan çok yaratılmak istenen algılardan birini temsil ediyor. Hepimize demokratlık beratı dağıtıp dağıtmamaya karar veren, demokratlığın mezurasını adeta elinde tutan bu zihniyet, her geçen gün yeni bir eşiği aşıyor. Demokratlığı geçtim, zihninde asgari bir hukuk normu oturmuş olan biri, bunu nasıl içinde rasyonalize edip “fikir” diye önümüze koyabilir, anlamakta zorlanıyorum.
Üstelik bir de veriden azade bir iddia atılmış ortaya: CHP yöneticilerinin Kürt açılımı konusundaki tutumu ile taban arasında bir fark olduğu gözleniyor. Yani, tepede CHP önderleri Kürt açılımına sıcak bir bakış sergilerken, tabanda ciddi bir karşı çıkış eğilimi varmış. Sözcü gazetesi ve Fatih Altaylı gibi gazeteciler de bu “taban”ın temsilcisiymiş.
Nasıl ama, muhteşem değil mi? Yine CHP tabanını kimin temsil ettiğine karar veren ihtişamlı bir demokratlık seviyesi… 10 yıl boyunca atanan kayyumlara ses yükselten CHP tabanını, Kürt meselesinde, 10 yıl boyunca savaşı kutsayan iktidar tabanından daha geride görmek… Peki gerçekten böyle mi?
2024 Aralık ayında yaptığımız bir araştırma bize şunu söylüyor: CHP tabanı, DEM Parti’den sonra Türkiye’de Kürt sorunu olduğunu en yüksek oranda ifade eden taban. Ve bu sorunun çözümünü demokratikleşmede, kalkınmada ve bölgeler arası gelir dağılımı adaletsizliğinin giderilmesinde görüyor.

Dönelim konumuza… Kemalofobi’nin klasik bir yansıması olan bu post-Kemalist yazıda iddia edildiği gibi, CHP gerçekten çözüme karşı durabileceği için mi sistemin dışına atılıyor, yoksa evlere şenlik çözüm süreci, CHP’yi sistemin dışına atabilmek için mi araçsallaştırılıyor? 7 Haziran 2015’te tek başına iktidarını kaybettiği gün çözüm sürecini sonlandıran bir iktidardan bahsediyorsak, bu sorunun cevabını bulmak pek zor olmasa gerek…
Son olarak, Akçam’ın veriden yoksun biçimde ve CHP üzerinden ortaya attığı şu soruya dönelim: Acaba Kürt sorununun önündeki engel “Atatürk miti” mi, yoksa Akçam ve benzerlerinin Atatürk’e karşı bu hoyratlığı mı?
Cumhuriyetin kazanımlarıyla eğitim alıp sınıf atlayan, vatandaşlık tanımı sayesinde eşitlenen, laiklik ilkesiyle farklılarla bir arada yaşayabilen, ve en önemlisi bunun kıymetini bilen insanların saygı duyduğu; önder olarak gördüğü ve hâlâ toplumun en büyük ortak paydalarından biri olan Atatürk’e ve Cumhuriyet’e karşı bu hoyrat tutum, insanları bu “çözüm”ün kaybedeni olacakları düşüncesine itmez mi?
Hele ki bugün, etnik kimliklere tanınma karşılığında demokrasinin boğulabileceğini ima eden çeşitli önerilerin iktidar cenahından geldiği bir dönemde…
[1] Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez-Çevre İlişkileri.
[2] Bununla ilgili bir makalem için bkz. “Sol-Kemalizmin Tasfiyesi: 12 Eylül’ün Atatürkçülüğü ve Kökenleri”, Atatürk Yolu Dergisi, Sayı: 70, 2022.
Medyascope