Mehmet Tatlı yazdı | Mağlubiyetin ideolojisi: Milliyetçiler neden kaybetmiş hissediyor?

Bildiri ile niyetlendikleri şey, “halk devrimini” korumak değil; birkaç hap ve ezber bilgi ile cumhuriyetin herkesi kapsayan sabit bir Türkçü “mükemmel”inin olduğuna insanları ikna etmek. İkna olmayanları ise cumhuriyet düşmanı saymak. Bir tür seküler anlamda ilk “asr-ı saadetçilik” denemesi.
İnkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme… Türkiye siyasetinde Kürt meselesinin seyri, Freud’un yas evreleriyle çarpıcı bir paralellik taşıyor. Cumhuriyetin kuruluşunda inkârla başlayan süreç, PKK’nin yükselişiyle öfkeye; 2000’li yıllarda –kesintilere rağmen– gelişen müzakere arayışlarına; çözüm süreci aşama katettikçe ise derin bir depresyona evrildi.
Kabullenme ise hâlâ bir ufuk çizgisi.
Etnik Türk milliyetçiliği hâlâ inkâr evresine saplanmışken, Atatürkçü milliyetçilik öfke aşamasında sıkışmış görünüyor. Korkunç bir yoksullaşmanın ve otoriterleşmenin enkazı altında nefes almaya çalışan Türkiye toplumu ise, genel hatlarıyla “demokratik uzlaşı” fikrine her geçen gün daha fazla yaklaşmakta. Nitekim kamuoyu yoklamalarında süreci destekleyenlerin oranı yüzde 60’ı aşmış durumda.
Milliyetçilerin iç dünyasında beliren mağlubiyet hissi, yalnızca güç dengelerinin değişmesiyle açıklanamaz. Asıl sarsıcı olan, anlam dünyalarının içten içe çözülmesidir. Benedict Anderson’ın klasikleşmiş teziyle ulus, üyelerinin birbirini tanımadığı ancak ortak bir fedakârlık anlatısında birleştiği “hayali bir cemaat”tir. Bu anlatı, bireysel ölümlülüğü kolektif ebedilikle telafi eder; “şehadet” kültü de tam olarak bu metafiziğin zirve noktasıdır.
Ancak uzlaşı kurumsallaştığında ve bu fedakârlık rejimini siyasal rasyonaliteye tâbi kıldığında, milliyetçi inanç mimarisinin temel sütunları sekülerleşmeye başlar. Uğruna ölünmesi kutsal olan dava, eğer demokratik müzakereyle çözülebilecek bir kamusal meseleye dönüşürse, milliyetçiliğin mutlaklık iddiası çözülmeye başlar.
Ernest Renan’ın “her gün yeniden verilen plebisit” metaforunu ödünç alırsak: Ulus, eğer sürekli yeniden onaylanması gereken bir ortaklıksa, müzakere bu onayı gri tonlara indirger ve kutsallığı buharlaştırır.
Etnik Türk milliyetçiliğinde, MHP’nin Cumhur İttifakı’na katılmasıyla başlayan örgütsel ayrışma, çözüm süreci ile beraber ideolojik ayrışmayı da görünür kıldı. MHP ile ondan kopan İYİ Parti, Zafer Partisi ve diğer yeni arayışlar yalnızca kadro bazında değil, giderek dil ve refleks düzeyinde de ayrışıyor. Çözüm sürecinin koruyuculuğunu üstlenen MHP, diğer milliyetçi yapıları kendini yenileyememekle ve ırkçılıkla suçlarken; başta İYİ Parti olmak üzere diğer milliyetçi kesimler ise MHP’yi “ihanet”le yaftalıyor. Köklerini 1970’lerde bulan bu 50 yıllık milliyetçi aile tablosu, muhtemelen bir daha bir araya gelmemek üzere bölünüyor.
Atatürkçü milliyetçilik ise çözüm sürecinde en büyük sarsıntıyı yaşayan damar oldu. Kültürel milliyetçilik iddiasından aşırı tepkisel bir pozisyona savrulması, hem CHP içindeki etkisini hem de toplumsal hegemonya söylemini zayıflattı. Bugün bu Atatürkçü milliyetçi damar, TKP, İYİ Parti ve Zafer Partisi gibi farklı yapılarda yeni mevziler arıyor; ama bu popülist yapılarla ortak bir dil üretmekte zorlanıyor. TKP’nin yayınladığı, geniş bir Atatürkçü listesiyle desteklenen ama kısa bir metinde uzlaşılabilen bildiri, bu arayışın kırılganlığını açığa çıkardı. Zaten bildiri de meseleyi “emperyalist mühendislik” ve “ümmetçilik” bağlamına hapsederek Kürt taleplerini “karşı-devrimci” ilan etti. Doktriner bir iddia taşısa da, pratikte yalnızca ulusalcı-refleksif bir panik dili üretmiş oldu.
Atatürkçü Türk milliyetçiliğindeki kör nokta, cumhuriyetin evrensel bir siyasal form olduğunun unutulması. Cumhuriyet sanki Atatürk tarafından keşfedilmiş gibi bir yaklaşım geliştirmiş durumdadır. Bu durum, cumhuriyeti tek bir yerel tarih ve tekil bir ideolojik şablonla özdeşleştiriyor; hatta onu 1923’e sabitleyen bir dogmaya dönüştürüyor. Oysa Fransa’nın 1946 ve 1958’le Cumhuriyet’i yeni turlara bağlaması gibi, cumhuriyet formu dinamik, kendini güncelleyebilen bir sözleşmedir. Tam da bu yüzden, bin yıllık imparatorluklara karşı en az üç yüzyıldır dünyanın birçok köşesinde başarılı olmuştur.
Mustafa Kemal Atatürk, sadece egemenliği tanrıdan koparmasıyla bile tarihi bir devrimcidir. Ama egemenliği gökyüzünden alırken, başka bir dogma kültü yaratmış ve onu “yüce Türk”e teslim etmiştir. Bugünün Atatürkçülerinin niyetlendikleri şey de, Atatürk’ün “halk devrimini” korumak değil; birkaç hap ve ezber bilgi ile cumhuriyetin herkesi kapsayan sabit bir Türkçü “mükemmel”inin olduğuna insanları ikna etmek. İkna olmayanları ise cumhuriyet düşmanı saymak.
Bir tür seküler anlamda ilk “asr-ı saadetçilik” denemesi.
Bu açıdan bakınca, bazı Atatürkçü yorumların 1923’te kurulan cumhuriyeti tarihsel bir fetva gibi sunması ile selefî teolojinin dini zamanda dondurması arasında yöntembilimsel benzerlikler beliriyor.
Magna Carta’dan bugüne egemenliğe kasteden dogmayı sınırlama yöntemi olan, en az bin yıllık evrensel cumhuriyet mücadelesini hiçe sayıp, Türkiye’deki tektipçi uygulamaların kutsallaştırılarak fetvalaştırılması söz konusu.
Cumhuriyet, halkın egemenliği üzerinde oluşan kişisel, etnik ve dini dogmalara karşı güncellenebilir bir tasarım sundukça ayakta kalabilir. Saltanat ve hilafet gibi egemenliği tırpanlayan gerici yapıları yerle bir eden cumhuriyete, etnik-milliyetçi dogmatik fetvalarla sınır biçmek, tıpkı sultanizm gibi cumhuriyet fikriyle bağdaşmaz.
Kürt milliyetçiliği açısından tablo daha kırılgan. İki milliyetçi kuvvet birbiriyle temas hâlinde: bir yanda Türkiye Cumhuriyeti içinde federasyon talep eden ve Cumhur İttifakı’na yakın duran HÜDAPAR gibi milliyetçi-muhafazakâr yapılar; diğer yanda ise Mesud Barzani ekseninde gelişen milliyetçi bağımsızlıkçı damar. PKK’nin silahlı mücadeleyi sonlandırması, bu iki grup için siyasal alanı genişletiyor. Ancak sürecin Kürtlerin Türkiye’ye entegrasyonuyla sonuçlanması, “bağımsız Kürdistan” söyleminin tarihsel hegemonyasını da giderek törpülüyor. Bu nedenle müzakere, bazı Kürt milliyetçileri açısından bir stratejik başarıdan çok, tarihsel bir iddia kaybı olarak görülüyor.
2013-2015 sürecinden sonraki çatışmalar ve PKK’nin çekilmesiyle beraber oluşan yerel geleneksel güç mimarisi bu hissiyatı derinleştirmiş durumda. Şehirlerde feodal ve dinî ağların yeniden görünürlük kazanması; hem AKP’nin hem de KDP/Barzani hattının muhatap aldığı kanalların çeşitlenmesi; Kürtlerdeki seküler-sosyalist damar ile muhafazakâr-milliyetçi damar arasındaki gerilimi artırıyor. Türkiye kamuoyu bu gerilimi HÜDAPAR gibi kurumsal yapılarda üzerinden anlamaya başladı. Öte yandan devletin KDP çizgisine açık kapılar bırakması, Kürt milliyetçiliğinde çok merkezli bir yapıyı tetikliyor.
Suriye konusundaki milliyetçi kırılma ise çok daha keskin. Rojava’daki fiili statü, bazı Kürt milliyetçisi çevrelerde Türkiye-Suriye pazarlıklarının “takas kalemi” gibi algılanıyor. Özellikle Barzani yanlısı Kürt milliyetçiliği içinde Suriye’de “federasyon” ya da “bağımsızlık” talebini yüksek sesle dile getiren aktörlerin sayısı artıyor. Ankara ile Şam arasında kurulacak yeni düzende faturanın Rojava’ya kesileceği propagandası yapılıyor. Milliyetçiler arasında Rojava konusunda hâkim olan endişe, “sahada verilen tavizlerin, Kürtler için masada çok daha pahalıya döneceği” yönünde.
Dördüncü evre olan depresyon, milliyetçiliklerin yenilgiyi kabullenemediği, ancak eski güçlerini de sürdüremediği uzun bir eşiğe işaret ediyor. Barış ve demokratik yaşamın tesis edilmesi durumunda, Türkiye’de milliyetçiliğin birçok türünün ciddi bir anlam bunalımıyla karşı karşıya kalacağı açık.
Son evre olan kabullenme ise, mutlakiyet iddiasının tamamen terk edilmesini ve siyasal pozisyonların normalleşmesini gerektiriyor. Bu, hem Türk hem de Kürt milliyetçiliğinin kendi kutsal anlatılarının bir kısmıyla vedalaşmasını zorunlu kılıyor. Bu vedalaşmayı gerçekleştiremeyenler, genellikle yeni düşmanlar aramaya yönelebilir ve daha geri biçimlere savrulabilir.
Barış gerçekleşmezse, iki taraf da aynı yas döngüsünde, mağlubiyetin ideolojisini yeniden üretmekten başka bir şey sunacağını sanmak saflık olur.
Medyascope