Gökhan Bacık yazdı – Mutlular, kızgınlar, endişeliler: Kürt sorunu nasıl çözülecek?

Bundan önce, Kürt sorununun çözümü konusunda Türkiye iki kampa ayrılırdı: Siyasi çözümü savunanlar ve karşı çıkanlar. Bu seferki açılım sürecinde, “endişeliler” olarak tanımlanabilecek üçüncü bir grup ortaya çıktı. Bu grup, esasen Kürt sorununda siyasi çözüme ilkesel olarak destek veren kişilerden oluşuyor. Ancak endişeliler, mevcut açılımın esasen bir siyasi pazarlık olduğunu ve ülkenin demokratikleşme gibi sorunlarına katkı sunmaktan çok, pazarlığı yürüten taraflara siyasi çıkar sağlayacak sonuçlarla sınırlı kalacağını düşünüyor.
Devletin alışılmış çizgisini terk ederek Öcalan’ı “normalleştirmesi” ve Besê Hozat liderliğinde 30 PKK’lının silah bırakması, kuşkusuz yeni açılımın en somut unsurlarını oluşturuyor. Bu adımlar, “bu sefer durum ciddi ve daha önce hiç olmadığı kadar somut adımlar atılacak” beklentisini güçlendiriyor. Ancak öte yandan, geleneksel Türk devlet anlayışının bir yansıması olarak, muğlak söylem kullanılmaya devam ediliyor. Kürt sorununun nasıl çözüleceği, özerklik verilip verilmeyeceği ya da hangi idari reformların hayata geçirileceği gibi somut konular hâlâ net biçimde konuşulmuyor.
“Endişeliler”, Kürt sorunundaki temel çelişkinin, ülke otoriter bir yöne giderken gerçek bir açılımın mümkün olamayacağı olduğunu savunuyor. Bu görüşe kişisel olarak katılmamak zor. Ancak yapısal olarak bakıldığında, bir açılım ile demokratikleşme arasında zorunlu bir ilişki olmayabilir. Bir yönetim, ülkede genel anlamda baskıcı hale gelirken, belirli bir etnik gruba haklar tanıyabilir. Bu noktada “mutlular”, yani açılımı destekleyen kesimler, Kürt sorununun çözümünün Türkiye’nin demokratikleşmesine kaçınılmaz olarak katkıda bulunacağını ileri sürüyor. Onlara göre, bu sorun çözüldüğünde siyaset daha sivil bir zemine oturacak, güvenlik merkezli siyasi söylemler etkisini yitirecek ve bunun sonucunda insanlar ekonomi ve demokrasi gibi konular üzerinden siyaset talep etmeye başlayacaktır.
Devlet, isterse son yirmi yılda yaptığı gibi, kamusal alanı ve siyaseti daha da dindarlaştırabilir. Ancak din üzerinden bir üst kimlik tanımlanarak kalıcı bir siyasi düzen kurulacağını beklemek bir fanteziden ibarettir. Dinin, farklı etnik grupları bir arada tutabilecek bir üst kimlik olarak işlev görebileceği düşüncesi; Arnavut ve Arap isyanlarıyla birlikte tarihe karışmıştır. Bu noktadan sonra tarihi geriye döndürmek mümkün değildir. Romantik geçmiş okuması insanı yanıltabilir: Dinin bir üst kimlik unsuru olmayacağı düşüncesini Kemalizm icat etmemiştir. Bu noktaya Kemalizm’den önce Osmanlılar çoktan gelmiş ve modern kavramlara göre kimlik inşa etmek için adımlar atmışlardır.
Öte yandan, bu tür bir yaklaşım, belki AKP’ye oy vermeyen dindar Kürtler için anlamlı olabilir. Ancak Öcalanist Kürtler nezdinde karşılık bulması olası değildir. Zira Öcalanizm, özünde sert bir seküler çekirdek taşır. Apoculuk, kökeninde Kürt aşiretlerinin geleneksel ve dinsel paradigmalarına karşı bir itiraz olarak doğmuş bir düşünce biçimidir. Günümüzde ise Kürt gençlerinin — ister buna sekülerleşme diyelim ister dünyevileşme — dini söylemlerden uzaklaştığını da göz önünde bulundurmak gerekir.
Öte yandan, yeri gelmişken Türklük ile Müslümanlığı eşitleyen söyleme eleştirel yaklaşmak gerekiyor. Türkler, elbette İslam tarihi açısından önemli bir topluluktur; ancak nihayetinde, Türkler İslam için “ikincil” bir millettir. Özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kullandığı “Türk-Kürt-Arap” üçlemesi hatırlandığında, İslam ile ontolojik bir ilişki içinde olan kültür ve dilin esasen Araplığa ait olduğu görülür. İslam tarihine yön veren dört temel figür — Hz. Muhammed, Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali — Araptır ve bu kişilerin İslam üzerindeki etkisi, tarihsel olarak tüm Türklerden çok daha fazladır. Ayrıca, Arapça teolojik olarak Kur’an’ın dilidir; Türkçenin İslami açıdan herhangi bir kanonik değeri bulunmamaktadır.
Örneğin, “Selamün aleyküm” demek, “Günaydın” demeye göre dinî bakımdan daha üstün kabul edilir. Tüm Arap dünyasında Türk isimleri nadiren tercih edilirken, Türklerin büyük çoğunluğunun isimleri Arapça kökenlidir. Turgut Özal dışında, Türkiye’nin tüm cumhurbaşkanlarının ilk isimleri Arapçadır: Mustafa, İsmet, Celal, Cemal, Cevdet, Fahri, Kenan, Süleyman, Ahmet, Abdullah, Recep. Dolayısıyla, Arapların da dâhil olduğu bir kimlik tasavvurunda Arap kültürü ve dilinin belirleyici bir unsur olacağını hesaba katmak gerekir. Kimliğin temel referansının İslam olduğu bir denklemde, bu kimliğin yalnızca Türk kültürüyle taşınacağını düşünmek, ironik bir biçimde, ancak milliyetçi bir iyimserlik olabilir.
Türkiye’de iki tür Kemalizm saplantısından söz edilebilir. İlk saplantı, Kemalistler arasında görülür: Bu kişiler, Atatürk’ün düşüncelerini değişmez ve evrensel ilkeler olarak kabul ederler. Ancak bunun kadar sorunlu bir diğer grup ise Kemalizm’e dair her şeyi toptan reddedenlerden oluşur. Daha çok liberal ya da Marksist ideolojik geçmişe sahip olan bu çevreler, Kemalist mirasa karşı her türlü durumu otomatik olarak olumlar. Oysa toplumlar geçmişleriyle eleştirel bir biçimde eklemlenmelidir.
Kemalist tecrübenin elbette eleştirilecek ve geride bırakılması gereken yönleri vardır. Ancak onu tümüyle yanlış bir proje olarak görmek son derece yanıltıcı olur. Eski Türkiye’nin başarılı olduğu pek çok alan da mevcuttur. Burada kritik olan şudur: Lokomotif radikal manevralar yaparsa, arkadaki bazı vagonlar savrulabilir ve hatta kopabilir.
Bu bağlamda tipik bir tartışma konusu, Kemalizm’in Kürtleri tanımadığı iddiasıdır. Bu, büyük ölçüde doğrudur. Ancak 1990’larda, eski Türkiye Kürt realitesini tanımaya başlamıştır. Dönemin Kemalist ana siyasi aktörü olan SHP, Kürtleri Meclis’e taşımıştır. 1991’de yapılan bu ittifakla 18 Kürt milletvekili parlamentoya girmiştir. Bu süreçte bazı milliyetçi ve muhafazakâr çevrelerin, Kemalistlerin Kürtleri meclise taşımasına gösterdiği tepkiyi hatırlamak gerekiyor.
Bir başka önemli nokta da Kemalist Türkiye’nin Kürtlere yönelik inkârcı siyasetinin “biricik” olduğu yanılgısıdır. Kürtlerin idari ve kültürel özerklik taleplerine yönelik inkârcı tutumu zaman zaman Osmanlı Devleti de benimsemiştir. Bu noktada şunu da vurgulamak gerekir: İslam, bazı durumlarda Osmanlılara karşı gerçekleştirilen Kürt isyanlarına ilham kaynağı olmuştur. Örneğin 19. yüzyılın başlarında gerçekleşen Şeyh Ubeydullah isyanında, Nakşibendilik ekseninde şekillenen ve yoğun biçimde İslami referanslar içeren bir Kürt tepkisi söz konusudur.
Demem o ki hem teorik hem de pratik açıdan, İslami referanslara dayanan ama aynı zamanda Kürtçü ve ayrılıkçı bir siyaset mümkündür.
Modern vatandaşlık, kültüre ve dine dolaylı atıflarda bulunsa da esasen soyut bir ilkeye dayanır. Ancak şu gerçekle yüzleşmek gerekir: Yüz yılı aşkın bir tecrübenin ardından Türkler ve Kürtler, modern/soyut bir vatandaşlık etrafında siyasi ve demokratik bir ortaklık kurmayı başaramamıştır. Peki neden? Bu başarısızlığı yalnızca siyasi hatalarla açıklamak yanıltıcı olur. Elbette köy yakmalar, Kürt kültürünü tanımamak gibi hataların payı vardır. Ancak nesnel bir gerçeklik söz konusudur: Kürtler, kendini dili ve kültürü olan ayrı bir “ulus” olarak tanımlıyor. Öcalan’a “Kürt halk önderi” denmesi ya da “halkların kardeşliği” söylemi bu durumu teyit eder.
Sonuç olarak Türkiye, fiilen bir devlet ama iki halkın yaşadığı bir ülke olarak kalmıştır. Buradaki temel yanılgı, Türkiye zenginleşse ve demokratikleşse bile Kürtlerin halk olmaktan doğan kimlik ve kültürel taleplerinin ortadan kalkacağını sanmaktır. Oysa Kürt meselesi, yalnızca bir kalkınma ya da demokrasi sorunu değil; esasen bir kimlik ve kültür meselesidir. Bu durumu anlamak için, Almanya’da yaşayan, aylık geliri 4 bin Euro olan bir Türk vatandaşının hâlâ kültürel haklar talep edebilmesini düşünmek yeterlidir. Kürtlerin durumu da benzer bir bağlamda değerlendirilmelidir.
Şunu da hatırlamak gerekir: Etnik sorunlar sadece Lübnan gibi gelişmekte olan ülkelerde yaşanmaz. Belçika, Kanada, İspanya gibi gelişmiş ülkelerde de benzer sorunlar vardır. Yani bir ülkede farklı kimlik ve kültürlerin varlığı söz konusuysa, sosyoekonomik gelişmişlik tek başına bu sorunu çözmeye yetmez. Nitekim “consociationalist” (konsosyonalist) sistem, yani siyasi düzenin kültürel ve dini bloklara göre kurulması, sadece Lübnan’a özgü değildir; Belçika’da da mevcuttur. Yani “ülkeyi mezhepsel ve dilsel bölgelere göre bölüp yönetelim” düşüncesi aslında Batı Avrupa’ya da ait bir modeldir.
Bu bağlamda kişisel kanaatim, Türkiye’nin farklı bir dil ve kültürel kimliğe sahip Kürtlere yönelik radikal bir adım atması gerektiğidir. Öcalan’ın konumunu değiştirmek ya da İslam üzerinden yeni bir üst kimlik inşa etmeye çalışmak gibi adımların kalıcı çözümler üretmesi mümkün değildir.
Peki, bu “radikal adım” ne olabilir? Özerklik hem yatay hem dikey biçimde tasarlanabilir. Yatay özerklik, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere idari ve kültürel özerklik verilmesi anlamına gelir. Ancak şahsi kanaatim, bu modelin Türkiye’de daha büyük sorunlara yol açabileceğidir. Bunun yerine, dikey-kültürel özerklik modeli uygulanabilir. Bu modele göre Türkiye’nin resmî dili Türkçe olarak kalacaktır; ancak Kürtler, ülkenin her yerinde, her türlü dilsel, kültürel ve kimliksel taleplerini özgürce karşılayabilecektir.
Örneğin: Kürtlerin yaşadığı yerlerde faturalar hem Türkçe hem Kürtçe hazırlanacaktır. Diyarbakır’a inen bir THY uçağında anonslar Türkçe, İngilizce ve Kürtçe yapılacaktır. Manisa’da yaşayan bir Kürt vatandaş, su faturasının hem Türkçe hem Kürtçe hazırlanmasını talep edebilecektir. Bir Kürt iş insanı, bir vakıf kurarak Kürtçe eğitim veren bir üniversite açabilecektir. Kısacası, Kürtlerin dili, kıyafeti, geleneği ve kültürüne dair her türlü talep, şartsız olarak karşılanmalıdır. Ancak eşitlik ilkesi gereği, bu haklar aynı biçimde diğer etnik ve kültürel gruplara — örneğin Çerkeslere, Araplara — da tanınmalıdır.
Peki, bu durumda “Türkiye dağılmaz mı?” Asıl sorun şudur: Soyut ve modern bir üst kimlik/vatandaşlık kurgusu oluşturulamıyor; öte yandan kültürel grupları tanıyan bir düzene de geçilemiyor. Bu iki arada kalmış, yarım ağızla üretilmiş çözümlerle zaman kaybediliyor — ve işte bu, Türkiye’yi gerçekten parçalayabilecek olan temel risktir.
Medyascope